Bugün dışarısı aydınlık. Ama ben yine de güneşi göremiyorum. Camlardan yansıyan yalancı aydınlık benim gördüğüm. Her yerde gölgeler var, kocaman, korkutucu ve manen yıpratıcı. Önceden güneşten kaçmak için gölgeleri kovalardık. Hatta bazen bulamayıp hasta bile olurduk.
Olurduk olmasına ama tenimize değen güneşti sonuçta, aydınlıktı canımızı yakan. Ya derilerimiz soyulur ya da midelerimiz bulanırdı. Etimiz acısa da içimiz çıksa da korkmazdık güneşten. O hep içimize işlerdi. Kamaştırırdı gözlerimizi.
Bazen tutulurdu güneş ama yine de aydınlatırdı bizi. Röntgen filmleriyle ayın güneşi kapatışını izlerdik. Güneşin uzaktan ne kadar da küçük göründüğünü düşünürdük. Halbuki hayat bilgisi kitaplarından aslında ne kadar da büyük olduğunu hatırlayıp daha büyük bir hayranlıkla bakardık ona. Çenemiz aşağı düşer hep bir ağızdan aaaa, derdik. Röntgen filmlerinden yaptığımız gözlükleri paylaşmak istemez, tutulma bitene kadar hayatımızda yapmadığımız kadar bencillik yapardık. Güneşti bu izlediğimiz, bir dahaki tutulma ne zaman olurdu kim bilir.
Biz o zamanlar güneşin yaşam için gerekli olduğunu bilir de yaşardık. Mesela kışın güneşi bulutlar kapatırdı. Hava soğurdu. Ağaçlar meyvelerini ve hatta yapraklarını döker, dalları bomboş kalırdı. Ama nisan mayıs ayları geldi mi, bulutlar güneşin önünden çekilir havalar ısınırdı. Ağaçlar yeniden yapraklanır yemeye doyamadığımız lezzette meyveler verirdi. Yerde de sebzeler yetişir, yavaşlayan dünya hızlanırdı adeta.
Hele ki ezan çiçekleri nasıl da açarlardı akşamları hava kararırken. Titreyerekten pıtır pıtır atardı yapraklarını dışarı doğru. Güneş gibiydi sanki, güneşe aşık bir sevgili gibiydi. Güneşi yolcularken öyle güzel bir dansla açardı ki çiçeklerini, her sabah geri gelmesi için onu ikna ederdi.
Biz böyle severdik güneşi. Ama aldılar onu bizden. Kopardılar kalbimizdeki ışığını. Casus edasıyla kovalar olduk onu. Hissizleşti yüreklerimiz güneş olmayınca. Soğuduk, öyle bir soğuduk ki kıştan beter. Bizim gelsin diye beklediğimiz bir güneş yok artık. Gelse de uğrayamayacak gönüllerimize; sızamayacak içerilere; acıtamayacak ki etimizi, ağrıtmayacak başımızı. Korkunç gölgelere hapsolduk. Üst üste konmuş demir hücrelere konulduk.
Güneşin altında toprağı çapalarmış dedelerimiz. Dinçler imiş, gürbüz delikanlılar imiş. Çünkü kemiklerine işlermiş güneş. Güneş o zamanlar hakikaten Güneş imiş.
Biz hiç büyüyemedik. Küçücük kaldık beton armelerin içinde. Elimiz iş tutmaz, canımız tatlı...
Ah, Güneşi içebilseydik doya doya bak o zaman ne olurduk. Adamlarımız pehlivan gibi , kadınlarımız Erkek Fatma olurdu. Elimizden de ayağımızdan da her iş gelirdi muhakkak.
Güneşi içemeyenlere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder